23 Eylül 2025 Salı

Yalı Kumsalı Kutsaldır, Dokunulamaz!

 


Yalı Kumsalı Kutsaldır, Dokunulamaz!

 

Kıyı Kanunu Madde 6: Kıyı, herkesin eşitlik ve serbestlikle yararlanmasına açık olup, buralarda hiçbir yapı yapılamaz; duvar, çit, parmaklık, telörgü, hendek, kazık ve benzeri engeller oluşturulamaz. Kıyılarda, kıyıyı değiştirecek boyutta kazı yapılamaz; kum, çakıl vesaire alınamaz veya çekilemez. Kıyılara moloz, toprak, cüruf, çöp gibi kirletici etkisi olan atık ve artıklar dökülemez.

 

Yeni bir Ünye Sahili Projesi ile karşı karşıyayız. Ordu Büyükşehir Belediyesi tarafından hayata geçirilecek olan Yalı Sahili Projesi, Ünye halkı tarafından tam destek(!) görüyormuş. İddia bu ve böylece Ünye sahilini betonlaştırma faaliyetlerine bir yenisi eklenmek isteniyor.

Anlaşılamayan kanımızca şudur: Ünye sahili kutsaldır, dokunulamaz! 

Neden dokunulamaz? Çünkü yasalarla güvence altına alınmıştır. Çünkü tarihsel mazisi, yakın geçmişte yaşanmışlıkları vardır.

“Kamu yararı” bahanesiyle, “Ben kumsala betonu dökerim!”, denirse kumsalın kutsiyeti bozulur, günaha girilir, suç işlenmiş olur.

“Kanun biziz, kimse bize ilişemez; şimdiye kadar hep yaptık, oldu!” diyebilirsiniz ama bir gün sizi tarih yargılar, altından kalkamazsınız.

 

Ünye Sahili (Kumsal) Neden Kutsaldır?

 

Bir kentin kutsiyeti diyor, ünlü mimar Cengiz Bektaş, insanların ortak paydayla yarattığı kültürel değerlerle ifade edilir. Kent kültürü veya kent kimliği, mekân ve uzam boyutuyla kent bünyesinde yaşayan insanlarca, ortak bir paydaya istinaden üretilen maddi veya manevi değerlerin oluşum sürecidir. Burada önemli olan kente dair bir bellek oluşumu ve üretilen kültürel çıktıların kentli insan vasıtasıyla anlamlanıyor oluşudur.[1]

Bir başka sosyal bilimci, şehir ve bölge plancısı, sosyolog İlhan Tekeli ise şöyle diyor: “Kent kimliği kavramı aynı zamanda o kentte ikamet edenlerin yaşadıkları yere yükledikleri anlamlandırma ve değerler kümesi olarak da nitelendirilebilir.”[2]

Şimdi gelelim Ünye sahiline…

Ünye’den sahili çıkarırsanız, geriye bir şey kalmaz.

Çünkü Ünye Antik Çağlardan bu yana sahiliyle birlikte var olmuştur.

Ünye’nin ilk oluşumunda en önemli faktör denizdir, sahildir.

Evet, bir sahil kenti olarak Ünye deniziyle birlikte var olmuştur.

1870 tarihli Ermenekov'un Ünye fotoğrafında tersane.
 
1880'li yıllarda Ünye 
II. Abdülhamit'in Yıldız Sarayı Arşivleri'nden.


Oinaion [Ünye] ve Chalybia Bölgesi

 

Kadim şehir Ünye’nin Sinop’ta koloniler kuran Miletli koloniciler tarafından bir ticaret kolonisi olarak kurulduğu bilinmektedir. Ünye’nin kuruluşu yaklaşık olarak MÖ 750 tarihine rastlamaktadır ve bugünkü Ünye şehir merkezinin bulunduğu yerde bir liman şehri olarak kurulmuştur. Ünye ve civarında o sıralarda Khalibler adındaki bir kavim yaşamaktadır.

1959-1984 yılları arasında Karadeniz coğrafyasını adım adım gezen İngiliz araştırmacılar Anthony Bryer (Birmingham) ve David Winfield (Oxford), antik Ünye kentinin bugünkü Ünye yerleşiminde yer aldığını ama antik dönemden günümüze ayakta hiçbir eserin kalmadığını söylüyor.

“Klasik ve Orta Çağ Oanion’un yerleşim alanı, İris Deltası ile Yoson Burnu arasında yer alan geniş körfezin ortasında kurulmuş bir sahil kasabası olan modern Ünye ile aynıdır.”[3]

Bu iki araştırmacı yazar demir ustalarının yaşadığı bölge olarak Chalybia’yı, geniş anlamda Pontus Alpleri’nin kuzey yamaçlarında Thermedon akarsuyu ile Yason Burnu arasındaki bölge -70 km. genişliğinde; 30 km. derinliğinde bir alan olarak tanımlıyor.

O tarihten bu güne Ünye’de birçok kavim yaşadı, medeniyetler geldi geçti. Hepsinin ortak paydasında Ünye sahili vardı. Bir liman şehri olan Ünye’nin maddi ve manevi üretim sürecinde (buna bir kıyı kasabasının kaderi de diyebiliriz), işte bu sahilin kattığı değerler bulunmaktadır.

Arkasını Canik Dağları’nın bereketli ormanlarına yaslayan Ünye, her çağda tersaneleriyle ünlendi. Osmanlı İmparatorluğu’na gemi sağlayan Tersane-i Amire’nin en önemli ocaklardan biriydi.[4]    

Belgesel fotoğrafçı Ermenikov’un 1870 yılında ve II. Abdülhamit’in fotoğrafçısının 1880 yıllarındaki Ünye fotoğrafları Ünye Tersanesi’nin varlığını ve yerini net olarak ortaya koyar.

Günümüz Atatürk Parkı’yla Cumhuriyet Meydanı arasında kalan sahil, Ünye Tersanesi’nin başlıca mekânlarıdır.

Ne var ki o tarihten bu güne Ünye sahili oldukça büyük değişimlere uğradı. Ya dolgu yapıldı yahut deniz gerileyip kumsal büyüdükçe, betonlaştırıldı.


Atatürk Parkı ile Ünyelilerin “köprü” dediği iskele arasındaki 200 metrelik kumsal, henüz yakın bir tarihte betonlaştırıldı. Mevcut kaldırıma paralel, yaklaşık 7 metre genişliğinde beton döküldü. Atatürk Parkı dolgusunda olduğu gibi, bu alanın betonlaşmasına da sessiz kalındı, “sarı öküz” hesabı işler oldubittiye getirildi.

Sonra sıra Yalı Sahili’ne geldi.


Hatırlayın, geçtiğimiz yıllarda (2022 Haziran’ı), Yalı Sahili için boççe parkurlu, kum havuzlu, oturma gruplu bir projeden söz edildi. Gelen tepki üzerine proje yüzeysel bir uygulama ile geçiştirildi.[5]

 Şimdi ise, Yalı’da mevcut kaldırıma (biz ona “kordon” diyoruz), 5 metre genişliğinde ilave bir yürüyüş yolu projesi gündeme geldi.

Haziran 2022’de “Sahilime Dokunma!” demiştik, şimdi de aynı şeyi söylüyoruz:

Sahilime Dokunma!

Neden “dokunma!” diyoruz?

Bunun için Ünye Sahili’ne, özellikle de Yalı’nın yakın geçmişine bakmak yeterli olacaktır.    


1959 ünye Yalı

1962 Ünye Yalı

 

Ünye Sahil Yolu ve Kordon

 

Yıl 1957 idi…

Bu tarihe kadar Kavakdibi’nden (Cumhuriyet Meydanı) kalkan kamyondan bozma otobüsler, Askerlik Şubesinin arkasından Cumhuriyet Caddesine, oradan Çömlekçi yolu üzerinden Burunucu’na gider, sahile ulaşır, Topyanı’ndan kıvrılarak Çamlığın üstündeki Samsun yoluna yönelirdi.

Ünye – Samsun arasındaki stabilize yola yeni asfalt dökülüyor ve ulaşım araçlarında hatırı sayılır bir artış kaydediliyordu. Araçlar özellikle Ünye’den geçerken zorlanıyordu.

Dönemin Menderes Hükümeti, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki planlı kentleşme anlayışından hareketle Ünye’ye ihtiyacı olan sahil yolunu projelendirdi.[6]

Yalı dâhil, Ünye sahilinde Burunucu’ndan başlayarak köklü bir yıkıma gidildi.

50 yıl sonrası düşünülerek açılan yol asfaltlandı ve her iki yanına İzmir Kordon’u örnek alınarak kaldırım inşa edildi.

Başbakan Adnan Menderes, Karadeniz Yol Projesi nedeniyle, çıktığı Karadeniz gezisinde halk tarafından büyük bir coşkuyla karşılandı.

Çocukluk ve gençlik dönemimiz sahildeki bu kaldırımı arşınlayarak geçti. Kaldırıma döşenen oluklu küçük karoların arasına, dört adımda bir renkli bir karo yerleştirilmişti. Adımlarımızı bu renkli karoya göre ayarlıyorduk.

60’lı yılların bu sahil düzenlemesi, Ünye’yi örnek şehir yapmıştı. Komşu ilçelerden Ünye’ye “kordon gezisi” turları düzenlendi. Köprü’den Hasan Baba’ya kadar süren yürüyüş yolu 90’lı yıllara kadar hiç bozulmadan devam etti. Sahil boyunca kaldırım Ünye’nin diğer yakalarında da benzer biçimde uzatıldı.

Sahil Yolu zamanla yoğunlaşan trafik karşısında yetersiz kaldı. Ünyeliler sahili bozup yolu genişletmeyi düşünmedi. “Çevre Yolu” projesiyle çözüm üretildi.

Kaldırım ise “Bisiklet Yolu”  ile daraltılana kadar, hiçbir sorun yaşatmadı.

Evet, bugün Ünye’de sorun(lar) yaşanıyor.

Büyükşehir Belediyesinin Ünye için projelendirdiği her “güzelleştirme” hamlesi, maalesef sorun yaratıyor.

 

24.09.2025, Ünye Kent

 



[1] Cengiz Bektaş, Kent-Kültür-Demokrasi 2010, 2011, Arkeoloji ve Sanat Yayınları

[2] İlhan Tekeli, (Ed.) (1991). "Kent Planlaması Konuşmaları". Bir Kentin Kimliği Üzerine Düşünceler. Ankara: TMMOB Mimarlar Odası Yayını.

[3] A. Bryer, D. Winfield, Karadeniz’in Orta Çağ Dönemi Eserleri ve Topoğrafyası, TTK Yay. Ankara 2020c. 1, s. 189

[4] Bkz. Ünye Tarih Araştırma Grubu; 02.11.2022, ÜNYE KENT, Tersâne-i Âmire ve Ünye Ocaklığı

[5] 08.06.2022, Ünye Kent’teki köşe yazısı: https://www.unyekent.com/kose-yazilari/kaldigimiz_yerden_devam-3274.html

 

[6] Rahmetli babamın sırf bu projeden dolayı Menderes’i hayırla yad ettiğini hatırlıyorum. 

17 Eylül 2025 Çarşamba

Karadeniz Arkeolojisi – Bizans Dönemi - V

 


Karadeniz Arkeolojisi – Bizans Dönemi - V

                                                                               

 Bizans feodalizmi üç ayrı kurumla yönetilir; merkezi krallık, derebeylikler ve kiliseler. Her birinin kendine ait toprakları bulunur. Başlangıçtan itibaren Pagan inancına sahip Roma’nın ikiye bölünmesinde ve köleci üretim ilişkilerinden feodal sisteme geçişte Hristiyanlık kurumunun oldukça önemli bir işlevi vardır. Batı Roma’da Katolik Kilisesi feodalleşme sürecine başından itibaren katılırken, Doğu’da Ortodoks Kilisesi feodal bir unsur olarak daha geç devreye girdi.


 

Hristiyanlığın Doğuşu

 

Hristiyanlık, Roma İmparatorluğu'nun, egemenlik alanına giren topraklar üzerinde ortaya çıkmış ve Anadolu topraklarında yayılım göstermiştir. İlk ortaya çıktığında Hristiyanlığın hukuki ve siyasi bir amacı yoktu, sadece vicdanları doğru yola sevk etmeyi amaçlıyordu.[1]

Hristiyanlık, vahye dayalı bir dünya görüşüne sahip olmadığı için, Roma düşüncesini ödünç almak durumunda kalmış, daha sonra bu düşünceden ayrıntılı bir teoloji ve metafizik oluşturmuştur. Hz. İsa, haksızlıkları eleştirmiş, sıkıntı çekenlere yardım elini uzatmış ama çözüme ilişkin bir çabası olmamıştır. Hristiyanlık öğretisinde ideal bir toplum düzeni yer almaz. Çünkü önemli olan dünya düzeni değildir, ruhun ait olduğu Tanrı'nın düzeni önemlidir.

Hristiyanlığın özellikle ilk dönemde “pasif” bir tavra yönelir. Çünkü iktidarla güç birliği yapan Musevilerin karşısında kendi varlıklarını koruma çabasındadırlar. Getirdiği hükümler toplum düzeninden çok toplumda ahlâkı yaymakla ilgilidir.

Hz. İsa, "Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı'nın hakkını da Tanrıya verin" (Matta, 22: 21; Markos, 12: 16-17; Luka, 24-25) derken, Hristiyanlığa gelinceye kadar var olmayan bir siyasî ve dinî iktidar ayrımını oluşturmuş bulunuyordu. Onun dönemindeki Hristiyanlığın, siyasî iktidar karşısındaki ilk tavrının bir tür pasifizm olduğu söylenebilir.[2]

Başlangıçta binbir güçlükle, gizli ibadetlerle sürdürülen Hristiyan inancı, “nereden nereye!” dedirtecek bir düsturla yayılıp genişledi. Ünye Kızılkaya gizli kiliseleri (kaya kovuğu) gibi örneklerini gördüğümüz bu dinin Ortaçağ boyunca genişleyip zenginleşmesi, insanlığa zulmeden bir hal alması tarihte ender görülen paradokslardandır.

Gördüğü baskıya rağmen Hristiyanlığın Roma imparatorluğu içinde hızla yayılması ve imparator Constantin zamanında bir tehdit oluşturması nedeniyle İmparator, siyasi liderliğin kendisinde kalması ve devlet işlerine karışmaması şartıyla Hristiyanlığı resmî din olarak kabul etti, dini liderliği de papaya bıraktı.[3]

Hristiyanlığı ve kiliseyi tanıyan devlet, kilise normlarını ve hayatın manevi hedeflerini de tanımak zorunda kalmış ve kendi yapısını kilisenin yapısı ile bütünleştirmiştir. Dönemin ünlü isimlerinden Aurelius Augustinus, Hristiyan inancı ile klasik Yunan-Roma düşünüşünü uzlaştırmaya çalışmış, Stoacıların ve Platon'un görüşlerinden yararlanarak Antik felsefeyi Hristiyanlığın temeli yapmıştır.[4]

Augustinus, ideal devlet olarak Tanrı devletini göstermekte, dünya devletinde insan arzularının, tanrısal devlette ise Tanrı sevgisinin hâkim olduğunu belirtmektedir. Bu felsefe ileride feodal sistem sahiplerinin işine yarayacaktır.



IV. yüzyıldan itibaren Hristiyanlığın hızla yayılmaya başlamasıyla birlikte, Avrupa'nın siyasî ve sosyal yapısında da köklü değişiklikler meydana gelmiştir. Kuvvetli derebeyleri karşısında çok defa acze düşen kralların, papalardan yardım istemeleri, kilise otoritesinin artmasına yardımcı olmuştur. Kilise otoritesinin artmasına yardım eden bu tür olayların yanı sıra kilise, kendine resmî bir doktrin oluşturmaya başlamıştır. Ruhanî iktidarın dünyevî iktidara üstün olduğu şeklinde ifade edilen bu iddianın temeli, insandaki ruh-beden ilişkisine dayandırılıyordu. Bu dönemden sonra yerleşen inanca göre, dinsel iktidar ruhu, bedensel iktidar ise bedeni yönetir. Ruh, bedenden üstün olduğuna göre, siyasî iktidar da dinsel iktidara boyun eğmelidir.[5]

Böylece kilise, devlete göre üstün ve belirleyici bir konuma geçti.


Roma ve Kilise


Roma İmparatorluğu’nun Doğu ve Batı Roma imparatorluğu olarak ikiye bölünmesi, din ve siyaset ilişkilerinde iki farklı durum ortaya çıkardı.  

Batı Roma imparatorluğuna hâkim olan Katolik mezhebinin siyasetle ilişkisi, teokratik bir yönetim anlayışına büründü.

Ortodoks mezhebin hâkim olduğu Doğu Roma yani Bizans pratiğinde ise devlet, başlarda bütünüyle dine hâkimdi. Din, devlete bağlıydı. Patrik, imparatorun dünyevi iktidarını ve siyasî kararlarını destekler, buna karşılık olarak imparator, kiliseyi korur ve kilisenin resmi din görüşünü savunurdu. Bu anlayışta kilise, devletle birlikte vardır; fakat o, devletin dışında ya da üstünde değil, devlet düzeni içinde resmi bir kurum niteliğindedir.

X. yüzyıla gelindiğinde kilise, Batı Avrupa'da ekonomik yönden en güçlü kurumlardan biri olmuştu. Kilisenin kendisi, en büyük toprak sahiplerinden biriydi. Paris’teki Notre Dame ve Hollanda’daki Saint Trond Abbeliği, Avrupa’nın en geniş yurtlukları arasında sayılıyordu. Bunlar içinde çiftlikler, bağlar, ormanlar, otlaklar, sayısız haralar, pek büyük sürüler vardı. Kilise prensleri, bundan başka aşar yani her köylünün gelirinin onda birini de alıyorlardı.[6]

Feodal toplumsal örgütlenmenin yerleştiği dönemde (X-XII. yy.) siyasî düşünce, kilise ile dünyevi iktidar arasındaki ilişkinin yeniden belirlenmesine yönelik olmuş ve bu süreç,  kilisenin dünyevi iktidar üzerindeki egemenliğinin kurumsallaştırılması sonucunu  doğurmuştur.

VII. Gregorius'un 1073'te papa olmasından sonra, kilisenin dünyevi iktidar üzerindeki üstünlük iddiaları daha açık ifade edilmeye başlanmıştır. Ona göre Hristiyanlığın ruhanî lideri papa, dünya üzerinde bir Hristiyan toplumunu kurmakla yükümlüdür. Papa, Petrus'un vekili sıfatıyla iman ve öğreti ile ilgili sorunlarda son sözü söyleme yetkisine sahiptir. Ancak yine ona göre papanın egemenlik alanı, kilise ile sınırlı değildir. Krallar ya da dünyevi iktidar sahipleri, iktidarlarını Hristiyanlığın amaçları doğrultusunda kullanmakla yükümlüdürler ve bu nedenle onlar da, papanın otoritesine ve emirlerine bağlı olmak zorundadırlar. Çünkü kralların iktidarları Tanrı tarafından verilmektedir. Dolayısıyla görevini yapmakta başarısız olan kralın yönetme hakkı, papa tarafından alınabilir. Yine bu görüşe göre, imparatorların Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesi oldukları şeklindeki inancın yanlışlığı ilan edilmiştir.[7]


 

İki Kılıç Kuramı

 

Orta Çağ siyasî düşüncesini belirleyen temalardan bir diğeri, ruhani ve dünyevi iktidarlar arasındaki ilişkinin bir kez daha, ama farklı bir biçimde düzenlenmiş olmasıydı. İki kılıç kuramı şeklinde ifade edilen bu anlayışla birlikte, kiliseye hem dünya işlerini idare etme, düzeni ve adaleti sağlama ve hem de ruhsal alanı yönetme yetkisi verilmiştir. Dünya işlerini idare etmeye yarayan maddi kılıç kralların eline verilmekle birlikte, krallar bu kılıcı kilisenin buyruklarına uygun olarak kullanmak zorunda bırakılmıştır.[8]

İlk Hıristiyanlığın bütün iktidarların Tanrı'dan geldiği ve her türlü iktidara boyun eğmenin bu yüzden zorunlu olduğu yolunda Paulus’un, “direnenler lanetleneceklerdir" deyişiyle pekiştirilmiş anlayışı XI. Yüzyıla kadar geçerliliğini büyük ölçüde korumuştu. Örneğin, X. Yüzyılda (940'larda), Vercelli'li Atto, kralın Hıristiyanlığa düşman bir kimse olması halinde bile, krallığa karşı direnmenin dine saygısızlık olacağını yazmakta ve kötü iktidarın Tanrı tarafından iyileri sınamak için gönderildiğini belirtmekteydi: "Tanrı, riyakar olanın egemenliğini sağlamaktadır, çünkü insanlar günahkardır.[9]

Aziz Paulus yahut Pavlus, Hıristiyan Dünyası’nda Aziz (Saint) unvanı kullanılan isimlerden biridir, Tarsus doğumlu olup Musevi kökenlidir ve asıl ismi Saul’dur. Önceleri Hz. İsa taraftarlarını yok etmekle görevliyken, kendisi de bu dinin yayıcıları arasında yer almıştır. Damascus (Şam), Kudüs ve Anadolu’nun muhtelif yerlerinde çalışmalar yapmış, en son Tarsus’a geçmiş, Antakya ile temasta bulunmuştur. Pavlus, İsa’nın öğretilerine sempati duyanların hızla arttığı Antiocha’da (Antakya) Kudüs’teki kilise tarafından buraya yollanan Barnabas ile birlikte çalışmıştır. Antakya kentinde İsa öğretisine inananlar ilk defa Hıristiyan adını almışlardır. Pavlus ve Barnabas, Seleucia ve Kıbrıs’ı ziyaret ettikten sonra Anadolu’ya geçmişler, Pamfilia ve Pisidia’yı dolaşmışlardır.

İslami kaynaklar Pavlus’u semavi dinlerin getirdiği tevhid inancı ile putperestlik inancını sentezleyerek yeni bir inanç sistemi oluşturmakla suçladılar. Hatta Hıristiyanlığı bozmak ve Hıristiyanlar arasında ayrılık çıkarmak için Yahudiler tarafından görevlendirilen bir kişi olduğunu ileri sürenler oldu. Pavlus, son tahlilde müesses nizama karşı çıkanları “lanetli” sayması, Enternasyonal Marşı’na kadar girmiştir:

“Debout! les damnés de la terre!”

(Ayağa kalkın, yeryüzünün lanetlileri!)


 

Devam Edecek: Hristiyan Felsefesinin Antik Felsefeyle İlişkisi  

 

17.09.20215, Ünye Kent

 

Kaynaklar:

­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­

Ağaoğulları, M. Ali - Köker, Levent, 1991, İmparatorluktan Tanrı Devletine, İmge Kitabevi

Kışlalı, Ahmet Taner, 1987, Siyaset Bilimi, Ankara, İmge Kitabevi

Şenel, Alaaddin, 1990, Siyasal düşünceler Tarihi, Bilim ve Sanat Yay.

Zubritski, 1980. İlkel Topluluk, Köleci Toplum, Feodal Toplum, Sol Yay.

Büyük, Celal. 2004, Orta Çağ Batı Düşüncesinde Hıristiyanlık-Siyaset İlişkisine Genel Bir Bakış, Dini Araştırmalar, Dergi Park, Cilt: 7 Sayı: 19

Cassirer, Ernst. 1984, Devlet Efsanesi, Remzi Kitabevi


Dipnot:

[1] Ağaoğulları-Köker,1991; 112

[2] Kışlalı, 1987; 314

[3] Şenel, 1990; 291

[4] Şenel, 1990; 307

[5] Kışlalı, 1987; 315

[6] Zubritski, 1980; 218

[7] Büyük, 2004; 135

[8] Cassirer, 1984; 105

[9] Ağaoğulları-Köker,1991; 180

10 Eylül 2025 Çarşamba

Karadeniz Arkeolojisi – Bizans Dönemi – IV

 

Karadeniz Arkeolojisi – Bizans Dönemi – IV

                                                                                 

 
Tarihsel süreci belirleyen unsur, kralların yahut yöneticilerin gösterdiği olağanüstü kahramanlıklar değildir. Tarihte öne çıkan isimler elbet de önemlidir ve bu süreçteki8 etkileri yadsınamaz. Ancak onlar da mevcut koşulların ürünüdür ve tarihi yapan esas unsur halktır, bir başka deyişle üretici güçlerdir.



 

Bizans Döneminde Ekonomi ve Sosyal Yapı

 

Roma İmparatorluğunun üretici gücü, büyük çiftliklerde ve işliklerde kölelerdi. 395 yılında imparatorluk resmen ikiye bölünme aşamasına gelirken bu durum değişmeye başladı. Çünkü sosyal yapıda köklü bir değişim yaşanmaktaydı.

Nasıl ki köleci ilişkiler, ilkel topluluğunun bağrında ortaya çıktıysa, ilk feodal ilişkiler de kölelik düzeninin bağrından doğdular. Kolonluğun gelişmesi, köleci üretim biçiminin bunalımını haber veren bir belirtiydi.

Büyük toprak mülkiyeti, küçük köylü işletmelerinin hemen hepsini yutmuştu. Köleler ve kolonlar tarafından işlenen geniş malikâneler (domanies) daha şimdiden, gelecekteki yurtlukların (fiefs) ön biçimlerini gösteriyordu. 4. ve 5. yüzyılda, Roma İmparatorluğunun son döneminde, bu imparatorluğun çeşitli bölgeleri arasındaki ekonomik ilişkiler yavaş yavaş zayıflıyor, siyasal bunalım yoğunlaşıyordu. Bu bunalımın en önemli belirtilerinden biri, Roma İmparatorluğunun Doğu ve Batı İmparatorlukları olarak bölünmesi oldu.[1]

Avrupa’da Cermen, Slav ve Frank toplumlarındaki feodal dönüşümler bazı öznel farklılıklar içerse de feodal ilişkilerin biçimlenmesi, bazı nüanslara rağmen oldukça benzeşiyordu. Feodal sistemin kuruluşu (Yukarı Ortaçağ), Asya ve Afrika ülkelerinde de benzer biçimde gerçekleşti. Feodalitenin açılıp gelişme çağında ise (Aşağı Ortaçağ), merkezi krallıklar kuruldu; kabile savaşlarının yerini ulusal tahakküm aldı, bitip tükenmek bilmeyen savaşlar, Haçlı Seferleri bu döneme başladı.

 

Feodal Üretim İlişkileri

 

Üretim ilişkileri, üretim araçlarının mülkiyet biçimleriyle nitelendirilir. Feodal üretim ilişkilerinin en başta gelen üretim aracı topraktır ve toprağın mülkiyeti ise derebeylerin (vasal) elindedir. Özgür köylülerin elindeki topraklar seyrek rastlanan bir durumdur ve istisnayı oluşturur. Zaten ekilebilir toprakların çoğunluğu feodal beylerin mülkiyetindedir. Sadece toprak değil, üzerinde çalışan insanlar (serf) ve iş aletleri de feodal beylerin mülkiyetindedir. Bu mülkiyet hakkı, doğrudan krala bağlılık ve hizmet karşılığında verilmektedir. Tahsis edilen topraklara  yurtluk (fiefs) deniyor ve toprak tekelinin feodal beylerde bulunması köylülerin bu beylere bağımlılığını getiriyordu. Nitekim giderek topraksızlaşan köylüler serf haline gelmekteydi.  

Serf, toprağa bağlı bir çeşit köleydi ancak köleler gibi köle pazarlarında alınıp satılamıyordu, sahibi tarafından öldürülemiyordu. Toprağın bir parçası gibiydi, toprakla birlikte devredilebiliyor, çalıştığı toprağı asla terk edemiyorlardı. Toprak üzerindeki dolaylı mülkiyet hakkına benzer biçimde serfler, senyörlerin (derebeylerinin) mülkiyetindeydi.[2]

Antik Roma’da bu süreç hayli uzun bir zamana tekabül eder.


 

Bizans Feodalizmi

 

Roma, tarih sahnesine bir site devleti olarak çıkmıştır. Etrüskler İtalya’ya    geldiklerinde, sayıca çok az olmakla birlikte, teknik ve örgütsel üstünlükleri nedeniyle,                                Latium’un çoban ve tarımcı klanlarına kısa sürede egemen oldular. Bir süre sonra site yaşantısının sonucu olarak klan yapısı bozuldu ve aileler özgür hareket etmeye başladı.

Bunun asıl yansıması toprak mülkiyeti konusunda kendini gösterdi. Eskiden klan mülkiyetinde olan topraklar, site mülkiyetine geçmişti. Sitenin devamı için toprakların sürekli işletilmesi zorunluluğu, toprakların aileler arasında paylaştırılması sonucunu doğurdu. Neticede mülkiyeti aile adına ele alan pater familias’ların (aile reisi) ekonomik ve siyasi güçleri büyük ölçüde artarken toprak mülkiyetinden uzak kalan cliens’ler, sitenin en aşağı sınıfını meydana getirdiler. Böylece Roma’nın klasik iki sınıfı, toprak sahibi patrici ve mülksüz pleb’ler halinde ortaya çıktı.

Böylece Eski Roma'da halk, plebler ve patriciler olmak üzere ikiye ayrılırdı. Aşağı halk tabakasından gelenlere Plebler, asillere de patriciler dendi. Plebler birçok haklardan yoksundu. Hatta vatandaşlık hakkına bile sahip değillerdi.[3]

Roma sitesinin başlangıçta sahip olduğu işlenebilir alan oldukça küçüktü. Topraklar her aileye eşit oranda dağıtılıyordu. Bu küçük tarlalardan elde edilen ürün, ancak aile bireylerine yetecek düzeydeydi. Artık vermeyen bu üretim tarzı, Etrüsk krallarını çevre halkların topraklarını ele geçirmek amacıyla savaşmaya sevk etmiştir. Roma sitesinin toprakları fetihlerle genişlerken, eşit oranda dağıtılan toprakların eşit verimlilikte olmaması, bazı işletmelerin iflasına, bazılarının da büyümesine yol açmıştır. Zengin işletmeler, fakir olanlarını ele geçirerek büyüyor, ayrı bir toprak parçası; koloni yahut kolon (colon) halini alıyordu. Savaşların yarattığı uygun ortamda yeni ele geçen topraklar da bu işletmelere katılıyordu. Latifundium adı verilen bu çok büyük tarımsal işletmeler, Roma tarihi boyunca küçük toprak sahibi köylü aleyhine gittikçe güçlenmiş ve sahiplerinin elde ettikleri siyasi imtiyazlarla ekonominin tek hâkimi konumuna gelmişlerdir.[4]

Bu durum, IV.-V. yüzyıldaki ekonomik bunalım devresine kadar büyük toprak sahipleri lehine devam etti. Tam bu aşamada imparatorluğun batı yarısının yaşamı tehlikeye girmeye başladı. İçte kölelerin ve kolonların devlete karşı yoğun devrimci mücadeleleri, dışta ise güçlü barbar baskıları, V. yüzyılın ortasından itibaren imparatorluğa ölümcül bir darbe vurdu. Batı Roma İmparatorluğu 476’da da kesin olarak çöktü. Oysa imparatorluğun doğu yarısı büyük bir canlılık gösteriyordu.[5]

Doğu Roma merkezi otoritesinin büyük arazi mülkiyetine karşı koyuşu, Justinianus (527-565) zamanında bile önemli bir değişim meydana getiremedi. Erken Bizans döneminde kırsal ekonominin hâkim özelliği, büyük hususi malikâne idi. Büyük arazi sahipleri ve onlara bağlı coloni bu dönemin tipik görünüşüydü.

Bizans feodalizmi 7. Yy.’da yeni bir aşamaya girdi; Geç Roma İmparatorluğu dönemini kapandı, klasik tabiriyle Ortaçağ Bizans İmparatorluğu başladı. Doğu’dan İrani güçlerin (Sasaniler) ve Güneyden gelen Arap istilalarının ardından Bizans devleti bir iç yenilenme geçirdi. Roma Mezopotamya’sı, Suriye, Filistin ve Mısır’ın tahıl ambarı Araplara karsı kaybedildi. Fakat yeni sınırlar tarafından zorlanan birçok kısıtlama, Bizans’a daha büyük bir istikrar ve iç birlik sağladı; üzerine bina etmek için yeni ve daha sağlam temeller oluşturdu. İmparatorluğun toplumsal yapısı yenilendi; eyaletlerin idari taksimi, mali düzenlemeler ve ordu teşkilatı yeni bir temel üzerine oturtuldu.[6]


 

Thema-Tımar Sistemi

 

Bizans feodalizminin bu yeni uygulaması, İmparator Heraclius’un (575 - 641) thema sistemi idi. Osmanlı’da Dirlik-Tımar Sistemi adıyla uygulanacak olan bu sistem, güçlü bir toprak rejimi ve askeri yapılanmayı beraberinde getirdi.   

Düşman işgaline uğramamış olan Anadolu arazisi askeri bölgelere, yani thema denen idari birimlere taksim edildi ve bu suretle ortaçağ Bizans devletinin eyalet idaresine yüzyıllar boyunca damgasını vuracak olan bir sistemin temeli atıldı. Thema'lar düzeni Diokletianus - Konstantinos nizamına son verip, eksarhlıkların organize edilmesiyle başlayan gelişmenin devamı olmuştur.

Eksarhlıklar, Konstantinopolis'ten uzak vilayetleri yönetmek için genişletilmiş yetkilerle donatılmış valilerdir. Askeri operasyonlarda da bulunma yetkisine sahiptir.

Ravenna ve Kartaca eksarhlıkları gibi Anadolu thema'ları da, tamamıyla askeri mahiyette idare birlikleridir. Thema'ların başında, bölgelerinde en yüksek askeri ve sivil kudretleri uygulayan strategos'lar bulunmaktadır. Thema'lar organizasyonu elbette uzun süren bir oluşumu gerektirmiş ve ancak yavaş yavaş son seklini almıştır. Önceki eyalet taksimatı thema'ların kuruluşu ile doğrudan doğruya kaldırılmış değildi; eski eyaletler uzunca bir süre thema'lar içinde varlıklarını korudular ve thema strategos’larının yanında ilk planda sivil idarenin şefi sıfatıyla thema'lar prokonsül’ü yer aldı. Ancak daha başlangıçtan itibaren strategos mevki bakımından üstündü.[7]

Ancak sistem IX. yüzyıl başından itibaren tekrar büyük toprak mülkiyeti lehine zayıflamaya başladı. Özgür köylü sınıfın küçülmesi ve geniş  malikânelerin gelişimi X. ve XI. yüzyıl Bizans feodalizminin karakteristik özelliğini oluşturmaktaydı.[8]

Büyük arazi sahibi aristokrasi IX. – X. yüzyıldaki mücadeleden galip çıktı. Ancak bu sınıfın hangi kısmı egemen olacaktı? Sivil-memur aristokrasi mi, askeri soylular mı? Aslında daha kuvvetli olmakla beraber II. Basileios tarafından hırpalanmış olan, eyaletlerdeki askeri aristokrasi ikinci plana düştü ve yönetimi Konstantinopolis’in sivil aristokrasisi ele geçirdi.[9]

Doğu Roma toplumunda serfler toplumun üretici güçleriydi. İmparatorluk toprağını işleyen, süren ve ürünü kaldıran onlardı. Ancak toprağın ve ürünün sahibi değillerdi. Toprağın sahibi, toprakları yurtluk olarak alan senyörlerdi. Ürünün bir kısmını, hayatlarını sürdürebilmeleri için serflere bırakıyorlar, geri kalanına el koyuyorlardı.

Doğu Roma  feodal sisteminde merkezi krallık ve derebeylik yanında bir başka kurumun daha önemli bir işlevi vardı. Bu kurum kiliselerdi.

 

Devam edecek: Bizans Feodalizmi ve Hristiyanlık.

10.09.2025, Ünye Kent

 

 

Kaynaklar:

­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­

Zubritski, 1980. İlkel Topluluk, Köleci Toplum, Feodal Toplum, Sol Yay.

Bloch, Marc. 2021, Feodal Toplum, Çev. M. Ali Kılıçbay, Doğu Batı Yay.

Livius, Titus. 1992, Roma Tarihi, Kitap I, Arkeoloji ve Sanat Yay.

Kılıçbay, Mehmet Ali. 1982, Feodalite ve Klasik Dönem Osmanlı Üretim Tarzı, Gazi Üniversitesi Yay.

Levtchenko, M. V. 1999, Kuruluşundan Yıkılışına Kadar Bizans Tarihi, Özne Yay.

Ostrogorsky, Georg. 2019, Bizans Devleti Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yay.


Dipnot:

[1] Zubritski, 1980; 149-150

[2] Bloch, 2021; 327

[3] Livius, 1992; 34

[4] Kılıçbay, 1982; 9

[5] Levtchenko, 1999; 12

[6] Ostrogorsky, 2019; 149-151

[7] Ostrogorsky, 2019; 89-90

[8] Kılıçbay, 1982; 148

[9] Ostrogorsky, 2019; 297